1 Mayıs 2010 Cumartesi

Futbolun güzellik yarışması Dünya Kupası

1974 finali, Neeskens penaltıyla Hollanda'yı öne geçiriyor.
9 Haziran Cuma günü saat 19.00'da Münih'teki Allianz Arena'da top santraya konduğunda milyarlarca futbol sevdalısı için hayat duracak. Futbolla yatıp futbolla kalkan ülkelerinden başında da biz geliyoruz. Kılpayı ve tatsız bir şekilde kaçırılan Dünya Kupası Şampiyonası için yapacak bir şey yok. Futbolcuların ya da o dünyanın jargonuyla söylersek; Artık önümüze bakacağız.
1974'teki turnuva o zamanki adıyla Federal Almanya ya da diğer adıyla Batı Almanya'da düzenlenmişti. 10. Dünya Kupası'nın Türkiye için farklı bir yönü vardı. Televizyon hayatımıza girmişti ve ilk kez bir Dünya Kupası Türkiye'den canlı olarak izlenebilecekti. Benim de ilk dünya kupamdı. Çocuktum o zamanlar. Ne müthiş bir şeydi bizim için. O günlerden bugüne futbol sevdamda Dünya Kupaları'nın çok ama çok ayrı bir yeri var. O kupanın üzerinden tam 32 yıl geçti. Şimdi yine Almanya'dayız. Artık tek bir ülke oldular. O yıllardan bugüne değişen yalnızca Almanya'nın birleşmesi değildi kuşkusuz. Hem dünyada hem de Türkiye'de çok büyük olaylar oldu. Sevinçler, üzüntüler, kayıplar, büyük acılar, tarihe damga vuran olaylar...
Bir çocuk olarak başladığım kupa serüvenini temel alarak yaşadığımız o günleri de birlikte anımsayalım istedim. Herkesin kendi kişisel tarihinden bir iz bulacağından eminim. Futbolcuların klasik sözünü bu kez tersine çevirerek buyrun Dünya Kupası geçidine: Biraz geçmişe bakalım.

1974- BENİM GÖZÜM PORTAKALLARDA

Hollanda'nın kaptanı Cruyff, daha maçın ilk dakikasında seri çalımlarla Almanya ceza sahasına girdiğinde düşürülmüştü. İngiliz hakem tereddütsüz penaltıyı gösterdi. Bu benim ilk dünya kupamdı ve siyah beyaz televizyonun karşısında büyülenmiştim. Türkiye'nin televizyonla tanışıklığı daha yeniydi ve öyle her evde TV yoktu. Beyaz eşya mağazalarının önü abartmıyorum bazen stadyum gibi olurdu.
Vitrin camının önünde onlarca insan birikirdi... Ben o gün şanslı kişilerden biri olmalıydım. Aksaray'daki bir akraba evinde meyve suyu ve kurabiyeler eşliğinde finali izlemiştim. Almanya 1972 Münih Olimpiyatları'ndan 2 yıl sonra Dünya Kupası'nda da ev sahibi ülkeydi.
1972'de Filistinliler'in olimpiyat evine düzenlediği baskında İsrailli sporcuların rehin alınıp öldürülmesinden dolayı büyük güvenlik önlemleri alınmıştı.
1974 yılı Türkiye için de zor bir yıldı. Bugün hastanede yaşam savaşı veren Ecevit, ortanın solu sloganıyla CHP'nin oylarını patlatmıştı. Ancak tek başına hükümet olamıyordu. Erbakan'ın MSP'siyle koalisyon kurdu. Yılın ortalarına kadar sürecek bu hükümet Türkiye tarihinin en önemli işlerinden birini yaptı. Kıbrıs'ta işler karışmıştı. Ve bir sabah Türkiye garantörlük hakkını kullanarak adaya asker çıkardı. Ve o gün bugündür çözülemeyen Kıbrıs meselesinde yeni bir durum oluştu. Ada ikiye bölünmüştü..
2. Dünya Savaşı'ndan sonra bölünen iki Almanya ise Dünya Kupası'nda aynı gruba düşmüştü. Batı tarafı kendi evinde Doğu'ya 1-0 yenilince dünyaları karardı. Türkiye'de de karartma vardı. Savaş durumuna geçilmişti ve kahramanlık türküleri dinliyorduk. İşçilerin akın akın gittiği Almanya bizim dostumuzdu, ne de olsa 1. Dünya Savaşı'nda omuz omuza kader birliği yapılmıştı. Yüksel Özkasap "Almanya acı vatan, adama hiç gülmüyor" diye yanık yanık söylüyordu ama benim gözüm portakallardan başkasını görmüyordu. Hollandalılar başka türlüydüler. Uzun saçları ve yaşantılarıyla Sultanahmet'te gördüğümüz hippilere benziyordu. Ama ben onları oynadıkları futbolla seviyordum daha çok. Herkesin hayranlığını kazanmışlardı...
2 temmuz 1974 akşamı oyananan final maçında daha 2. dakikada Neeskens (şimdi Galatasaray'ın antrenörü) penaltıyı gole çevirdiğinde herhalde Türkiye'de benden başka sevinen yoktur diye düşünmüştüm. Çünkü odadakiler bana hiç de sevgiyle bakmamıştı doğrusu. 25. dakikadan sonra Almanlar birdenbire oyunu dengeledi. Daha sonraları bunu "Bir Alman'ı asla aşağılamayacaksınız" diye açıkladılar.
Breitner penaltıdan beraberliği sağladı (yıllar sonra Alman oyuncunun kendini yere attığı ortaya çıktı...) Daha sonra ünlü golcü Müller sahneye çıktı. Ve hala izledikçe nasıl yaptığını anlamadığım bir dönüşle kalabalık arasından 2. golü attı. İkinci yarıda Hollandalılar tek kale oynadı ama kupa Almanların oldu. Portakallar kaybetmişti. İnatçı ve disiplinli Almanya kazanmıştı. Belki de ilk hayal kırıklığımdı bu...
Türkiye'de arka arkaya hayal kırıklıkları yaşayacaktı o yıl.. Havada gelmiş geçmiş meydana gelen en büyük kazada bir THY uçağı Paris'te düşecek ve içindeki 335 yolcu ve 12 mürettebattan kurtulan olmayacaktı... CHP-MSP hükümeti dağılacak ardından Süleyman Demirel görevlendirilecekti. Bir kez daha Ecevit görevi alacak ama güvenoyu alamayacaktı. Sadi Irmak'ta verilen hükümet kurma görevini iade etmek zorunda kalacaktı. Türk halkının o dünya kupasında bir tesellisi vardı. Hakem Doğan Babacan bizim için gurur kaynağı olacaktı. Hele Almanya Şili maçında, Şili'nin kaptanı Caszelly'i oyundan atınca değmeyin keyfimizeydi. Yorumlar dün gibi aklımda, "İşte hakem dediğin disiplini böyle uygular."
Takım kaptanı "Sarı Fare" lakaplı Johann Cruyff'un yeri bende bir başkadır. Daha sonra dünyada tuttuğum tek takım Barcelona'da önce oyuncu sonra da hoca olarak büyük işler yapması benim için onu bir numara yapmaya yetti. Ve 10. kupanın en iyisi oydu..

1978- TANGO ÜLKESİNİN EL MATADOR'U...
Türkiye zor bir döneme girmişti... Terör doruğa tırmanmış her ay onlarca kişi öldürülüyordu. Ve bir darbenin ayak sesleri duyuluyordu. 2 yıl sonra darbe yapacak komutanlar işbaşına gelmişti. Kenan Evren Genelkurmay Başkanlığı'na atanırken, Tahsin Şahinkaya Hava Kuvvetleri'ne Nurettin Ersin de Jandarma'nın başındaydı artık...
11. Dünya Kupası da askerlerin darbeyle iktidara geldiği Arjantin'de düzenleniyordu. General Videla ve arkadaşları kendilerini dünyaya şirin göstermek için her şeyi yapmıştı. Ancak hesap edemedikleri bir şey olmuştu. Ülkenin yüzünü değiştirirken yani cila çekerken halkın ıstırapları kupa için Arjantin'e gelen basın tarafından dünyaya anlatılacaktı. Uçaklardan denize atılıp öldürülen binlerce rejim muhalifinin anneleri Plaza del Mayor'da seslerini böyle duyuracaktı.
Ben ise artık her şeyin karaborsaya düştüğü şekerin bile zor bulunduğu Demirel'in deyişiyle "70 sente muhtaç" bir ülkenin çocuğu olarak final günü Şile'ye gidiyordum. 25 haziran 1978 günü iki dayımın arasında bir pikabın ön koltuğundaydım. Parasıyla bile benzin bulamadığımız için yokuş aşağı boşa atılan vites ve tanıdık bir yerden alınan yakıtla yolculuk yapıyordum...
Maçlar renkli veriliyordu ve ikinci finalimde ayrıntılar bir başka güzeldi. Yine portakallar finaldeydi. Cruyff gitmemişti. Karşısında ise ev sahibi Arjantin vardı... Uzatmalarda büyük golcü "El Matador" lakaplı Kempes sahneye çıktı ve işi bitirdi. 3-1 kazanan Arjantin şampiyon oluyordu ama ben ikinci finalimi de kaybetmiştim işte...

1982- GÖK MAVİLİLER HAYALLERİMİ GERÇEK YAPIYOR

12. Dünya Kupası futbolun beşiği Avrupa'daydı. İspanya ev sahibiydi bu kez. Yıllarca Franco'nun faşist rejiminde yönetilen İspanya artık demokrasiye dönüyordu... Türkiye'de de 12 Eylül darbesinin üstünden iki yıl geçmiş ancak baskı sürüyordu. Her biri 400- 500 sanıklı örgüt davaları açılıyordu. Ve birçoğu için idam isteniyordu. Yurt dışında ise Türk diplomatlar Ermeniler tarafından ardı ardına öldürülüyordu.
Yaşanan sıkıntıyı dağıtmak için futbol en güzel yoldu. TRT artık renkli yayına geçmişti. Turnuvaya gelen takımlar birbirinden iyiydi. Hele Brezilya... Tribünde müzik eşliğinde samba karnavalı sahada ona yakışan inanılmaz bir takım.. Gerçekten iyiydiler. Türkiye hastasıydı onların, "Berezilya" diyorlardı ve "böyle bir şey olmaz"ı yapıştırıyorlardı. Ama ben muhaliftim ve onları tutmuyordum işte. Bu kez gözüm İtalyanlar'daydı. İkinci tura kadar rezalet oynadılar ama bir şekilde çıktılar. Ve bugün bile konuşulan Brezilya'yı çeyrek finalde evire çevire 3-2 yenip yoluna devam edecekti. Bu sonucu "oley" tezahüratıyla karşılayan ben kalabalık bir ortamda az daha dayak yiyordum. Brezilya yenilgisi Türk halkını epey sarsmıştı bildiğiniz gibi değil.. "Elendiler ya olacak şey değil" diye kafa sallayan çok insan gördüğümü hatırlıyorum.. Yani İtalya fena darbe vurmuştu futbol dünyasına...
Darbeyi yapan Kenan Evren de Türkiye'de bugün bile tartışılan 1982 Anayasası ile birlikte ülkenin 7. Cumhurbaşkanı oluyordu.
Final gerçekten unutulmazdı. Almanya ve İtalya belki de gelmiş geçmiş en güzel finali oynadılar. İtalya'da bir zamanlar şike yapmaktan futboldan men cezası almış golcü Paolo Rossi sahalara müthiş bir dönüş yapmıştı... Turnuvanın en iyisiydi... Almanya'yı 3-1 yenip kupayı üçüncü kez kazandıklarında yine golünü atmıştı. Ve ben üçüncü finalimde gök mavililerle birlikte nihayet kazanmıştım...
1986- TANRI'NIN ELİ VE MARADONA



13. Dünya Kupası'nın adresi Meksika'ydı. Turnuva, Latin ülkesi Kolombiya'ya verilmişti. Ancak yoksul bir ülke olan Kolombiya işin altından kalkamayacağını bildirince Meksika devreye girdi. Büyük bir deprem felaketi yaşayan ülke kendini toparlamak için kupaya talip olmuştu. 16 yıl sonra da insancıl sebeplerden final bir kez daha onlara verilmişti.
Dünya ise Çernobil felaketiyle sarsılmıştı. Nükleer felaket Karadeniz kıyılarını ve Avrupa'yı tehdit ediyordu. Türkiye ise siyasilerin yasağını kaldırıyor. SHP'nin başına Erdal İnönü geliyordu. Güneydoğu'da PKK eylemleri arka arkaya gelince neler oluyor soruları yüksek sesle dillenir olmuştu.
Bu kupaya damgasını vuran adam Maradona oldu. Takımını bir orkestra gibi yönetiyordu. Arjantin ve İngiltere arasındaki Falkland savaşıyla tırmanan gerginlik çeyrek final maçına da yansımıştı. Ve Maradona öyle iki gol attı ki bugün bile maç fragmanlarında gösteriliyor ve tartışılıyor. Birini elle attı, hakem dahil kimse bir şey anlamadı. İngiltere kalecisi ve defansı dışında itiraz eden olmadı. Ağır çekimde olan biten açık seçik ortaya çıktı. Maradona daha sonra şöyle yorumlayacaktı: O el Tanrı'nın eliydi.
Ya ikinci gol... Orta sahadan aldığı topla İngiliz milli takımının yarısını kaleciyle birlikte ipe dizer gibi geçip son vuruşu yaptı. Gerçekten müthişti ve nefes kesiciydi... Finalde geçen yılki gibi Almanlar vardı, karşılarında da Arjantin... Ama Maradona yine klasını konuşturacaktı. Gol atamadı ama öyle ince paslar verdi ki 3-2'lik skorla dünyanın zirvesine, hem kendi adını hem de ülkesini yazdırdı.
O günlerde dünyanın çok iyi tanıdığı bir adam Bulgaristan'dan Türkiye'ye iltica etti. Bu genç dünyanın cep herkülü diye tanıdığı Türk kökenli Naim Süleymanoğlu'ndan başkası değildi. Dönemin başbakanı Özal onu büyük bir törenle Ankara'da karşıladı ve caddelerde birlikte otobüsün üstünde halkı selamladılar...

1990- İŞTE GERÇEK İMAPARATOR

14. Kupa'nın merkezi İtalya oldu. Yer belli olduktan sonra İtalya'da maçları izlerim diye hep planlar yapmıştım. Ne yapıp edip giderim diye düşünmüştüm ama hesap tutmadı. Cumhuriyet gazetesinin yazı işlerinde maçları izleyip, birinci sayfaya anons ve fotoğraflar koymakla yetinmiştim.
Maradona burada da sahnedeydi. İtalya'nın geri kalmış güney bölgesindeki Napoli'yi tarihinde ilk kez şampiyonluğa ulaştıran adam bu kez orayı karıştırdı. Tesadüf bu ya, yarı final maçını ev sahibi İtalya ile Arjantin, Napoli'de oynayacaktı. Maradona, Kuzeyliler tarafından hor görülen Napoliler'in yarasını kaşımakta gecikmedi. "Onlar kimi tutacağını bilir" dedi. Gerçekten inanılmazdı tribün bölünmüştü. İtalyan futbolcular yıllar sonra o gün için şöyle diyecekti: "İçimizde bir yaradır yaşadıklarımız."
Ve ev sahibi penaltılarla eleniyordu. Maradona bir kez daha finaldeydi...
O yıl Ortadoğu'nun kaderini belirleyen daha doğrusu bugüne kadar sürecek kaosun da başlangıcı oldu. Irak Kuveyt'e girdi ve dünya ayağa kalktı. Cumhurbaşkanı Özal da Amerika ile birlikte hareket etmek isteyince ordu karşı çıktı. Kamuoyu arkasında değildi ama o diretti. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay istifa etti. ABD Başkanı Bush (şimdiki başkanın babası) ve Özal kararlıydı. Savaş yakındı.
Dünya Kupası'nda ise futbolun "Kayzer" yani "İmparator" lakaplı adamı Beckenbaur Almanlar'ın başındaydı. 1974'te kupayı kaldıran takımın kaptanıydı. 1990'da ise Almanya'nın teknik direktörüydü. Takımını iyi yönetti ve ben hayatımda ilk kez Almanlar'ı destekledim. Arjantin hiç hak etmeden gelmişti ve Maradona şımarıklık ve bencilliğin doruğundaydı. Brehme'nin penaltısıyla kupa Almanya'nın oldu. Meksika'nın rövanşını bu kez Avrupa kazanmıştı.

1994- KRİZ KRİZ VAR BUNALIM VAR


Yine başka bir kıtadaydık. Amerika Birleşik Devletleri'nin ev sahibi olduğu 15. Dünya Kupası izlediğim en tatsız tutsuz turnuvaydı. Maçların en büyük izleyicisi Avrupa kıtası olduğu için saat farkı nedeniyle karşılaşmalar gündüz oynanıyordu. Buralarda geceydi ama öğlen sıcağındaki maçlar gerçekten baymıştı. Oyuncular nefes almakta bile zorlanıyordu...
Türk halkının da nefesinin kesildiği yıllardı. Ülke en büyük ekonomik krizlerinden biriyle sarsıldı. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller ünlü 5 Nisan kararlarını açıkladı. Türk lirası yüzde 13.6 oranında devalüe edildi. Ve zamlar yağmur gibi inmeye başladı. Kemerler sıkıldıkça sıkılmaya başladı. Öğlen sıcağında oynayan futbolcular gibiydik..
Ekonomi siyaseti de vurunca dengeler değişti. Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi. Ankara dahil birçok ilde Refah Partisi yerel yönetimlerde iktidara geldi.
PKK artık büyük şehirlerde eyleme başlıyordu... DEP milletvekilleri 15'er yıl hapse mahkum oldular...
Kupa finalini ise İtalya Brezilya oynadı. İtalyanlar'ı finala Roberto Baggio, sambacıları ise Romario taşıdı. Ancak Baggio penaltıyı kaçırınca kupayı Brezilya dördüncü kez kazandı. Hayatımda hiçbir şey hissetmeden izlediğim tek finaldi desem yeridir. Şampiyon takımın hocası Parreria daha sonra Fenerbahçe'nin başına geçecekti...

1998- KÖKLERİ FARKLI ÜLKELERİ BİR

20. yüzyılın son kupası için belirlenen yer de doğrusu anlamlıydı. Dünyayı sarsan birçok akımın doğum yeri Fransa seçilmişti 16. kupa için...
Türkiye'de ise bir yıl önce alınan 28 Şubat kararlarının etkisindeydi. Ülke laiklik ve irtica geriliminde savruluyordu... Refah Partisi kapatılıyor, Erbakan'a siyaset yasağı geliyordu...
Kupada herkesin favorisi geçen yılın şampiyonu Brezilya idi. Gerçekten çok ünlü isimlerle gelmişlerdi. Kimler yoktu ki... Ronaldo, Roberto Carlos, Dunga, Bebeto, Aldair vb... Her biri Avrupa'nın ünlü takımlarında oynayan kadro göz kamaştırıyordu. Ama kökenleri değişik ülkelerden olan oyunculardan kurulu Fransa'da iyi bir takımdı ve emin adımlarla ilerliyordu. Bakar mısınız listeye. Thuram, Guadeloupe'den... Lama, Guyana'dan... Desailly, Gana'dan... Zidane, Cezayir'den... Djorkaeff, Gürcistan'dan... Karambeu, Kaledonya'dan... Vieira, Senegal'den... Henry, Guadeloupe'den... Trezeguet, Arjantin'den... Lizarazu, Bask'tan... Pires, Portekiz' den... Candela, İtalya'dan...
Türkiye'de ise köken sorunu başka bir boyutta tartışılıyordu. Kürt sorunu ülkeyi esir almıştı. PKK'nın lideri Abdullah Öcalan'ı saklayan Suriye'nin kapısına dayanan Türkiye, "önlemini al yoksa savaşırız" çıkışını yaptı. Öcalan apar topar ülkeden gönderildi. Rusya'ya ardından Avrupa'ya gitti. İtalya'da ortaya çıktığı zaman Türkiye ayaklandı. İtalya'ya boykot ilan edildi. Bayraklar yakıldı. Öcalan daha sonra Yunanistan'a gitti ardından da Afrika'ya...
Kuzey Afrika kökenli bir oyuncu ise Fransa'ya tarihinin en büyük futbol başarısını sağladı. Zinedin Zidane... Müslüman oyuncu ülkesinde Zizou diye anılıyordu... Klas bir futbolcuydu ve finalde birbirinden güzel iki gol attı. 3-0 galibiyet horozların yani Fransa'nın zaferini ilan ediyordu. Herkesin favorisi Brezilya kıpırdayamamıştı hiçbir varlık gösteremediler. Kalecileri Taffarel o yıl Galatasaray'a gelecek ve iki lig şampiyonluğu, UEFA ve Süper Kupa'nın alınmasında büyük rol oynayacaktı.

2002- BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM
Bu ülkede yaşayan herkes gibi bizim için en güzel Dünya Kupası 17. turnuvaydı. Japonya ve Güney Kore'nin ortaklaşa düzenlediği kupa ilk kez Uzakdoğu'ya uzanacaktı. Futbolun kalbi Asya'da atıyordu ve bizim çocuklarda 1954'ten beri ilk kez orada olacaktı. 90'ların sonuna doğru yükselen futbol kalitesi milli takıma da yansımış ve iyi bir takımla turnuvaya gidilmişti...
Bir yıl önce uğradığımız ekonomik felaketin ağırlığı hissediliyordu. Koalisyon sallanıyor, Başbakan Ecevit'in partisi istifalar yüzünden erken seçim kararı alıyordu. Ve ülke Demokrat Parti döneminden bu yana ilk kez tek partiyi iktidara getiriyordu. Tayyip Erdoğan'ın lideri olduğu AKP hükümeti kurdu.
Azra Akın o yıl Dünya Güzeli seçiliyordu ve A Milli Takım'da Uzakdoğu'da inanılmaz işler yapıyordu.
Maç saatleri, saat farkı yüzünden öğlene rastladığı için caddeler boşalıyordu. Hasan Şaş'ın Brezilya'ya attığı golden sonra çıkan uğultu ve sesleri unutmak mümkün değil... Caddeler, alışveriş merkezleri, kafeler büyük ekranlar kurmuştu. Her yer futbol sahasına dönüşmüştü. Yarı finalde Brezilya'ya 1-0 yenilen takım üçüncülüğü Güney Kore'nin elinden aldı. O Brezilya finalde Almanlar'ı yenip Dünya Kupası'nı beşinci kez evine götürdü. Benim için en güzel en anlamlı ve en coşkulu kupaydı..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder